GERİ

Basma Fistan

Kara Bilgi lafını ilk kez Nöroloji hocam Hulki Forta’dan duydum, otuz sene önce. Ticari sektörün bilimi kullanarak (elbette kendi çıkarına) yaydığı yalan ve yanlış bilgiyi kastediyordu. Zamanla, örneklerine aşina ola ola, kara bilginin ne kadar tehlikeli olduğunu anladım. Kara bilginin yayılmasında en çok hekimlerin kullanıldığını, psikolog, diyetisyen, eczacı gibi hekim olmayan ama sağlıkla ilgili konuşan herkesin bilmeden/istemeden kara bilgi yayımcısı olduklarını da. Kara bilginin gerçek bilimsel bilginin önünden koştuğunu, bu koşuda gerçeğinin esamisinin okunmadığını anlamam yıllarımı aldı.

Biz hekimler o kadar profesyonelce kandırılıyoruz ki sonrasında inandıklarımızı yayıp bütün toplumu kandırıyor oluşumuzda zırnık suçumuz yok. Suçsuzuz ama suç örgütünün asli elemanıyız. Sağlık personeli olarak hepimiz şöyle ya da böyle kara bilgi yayıncılarıyız Bunu ya çok geç fark ediyoruz ki iş işten geçmiş oluyor ya da zaten farkına bile varmıyoruz.

Sadece yağ ve şeker örneği bu acı gerçeği anlatmaya yeter de artar bile. Konu Amerika’dan çıktı. Bursa yöresinden derleme bir türküyle belleklerimize kazındı. “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” diyen türküyü neden zeytinyağlı yiyemediğini hiç merak etmeden dinledik. Bilirsiniz türkü anonim üretimdir, şarkı ise beste. Bursa halkının zeytinyağlı yiyemem diye bir türkü yakmışlığı falan yokmuş. Türküyü derlediğini söyleyen kişinin eline tutuşturulmuş bir besteymiş. Meğerse zeytinyağlı yememiz istenmemekteymiş. Çünkü elinde stok fazlası Mısır yağı olan Joe amcamız, bize de satmaya gönül koymuş o yüzden zeytinyağını radyolarımızda ha bire kötületerek türkü aracılığıyla belleğimize kazımaktaymış. (1950’lerden söz ediyorum)

Çocukken evimizde sapsarı mısırözü tenekesi hiç eksik olmazdı. (1960’lar 70lerden söz ediyorum) Zeytinyağlı sebzeler dışında hep mısırözü kullanılırdı çünkü doktor tavsiyesi idi. Aile doktorumuzun dediğine göre, zeytinyağı ağır yağdı, kalbe dokunuyordu, mısırözü hafifti yani kalbi koruyordu. Doktor tavsiyesi de bir yere kadar diyen anam bazı sebzeleri zeytinyağlı yapınca tadını alanlar anneme hafiften fırça atardı çünkü o zamanlar da yağ konusu komşu muhabbetlerinin gündemiydi. Ağız tadı kalp sağlığından daha mı önemliydi? Hem sadece kalp krizi değil damar sertliği de yapıyordu zeytin yağı. Damar sertliği bunaklığa davetiye demekti ve o zamanların en korkulan hastalığıydı. (Sonra o hastalığın kod adı da Alzheimer’a evrildi.) Damar sertleşmesin diye eve zeytinyağını sokmamak, hep mısır “özü” yağı yemek lazımdı. Sadece bizimki değil bütün doktorlar öyle diyordu. Mısır yağının “öz” adı ile anılması bile beyin yıkamaymış, kim bilebilirdi ki…

Zaman geçti, asıl belanın tereyağı olduğu anlaşıldı. Tereyağı kolesterol yükseltiyordu ki o da damarların canına okuyordu. Kızarmış ekmeğin keyfi, tavuğun derisi, etin gerisi, bütün hayvani yağlar ile birlikte bu kez tereyağı en birinci tüü kaka oldu, hele hele yumurta baş düşman ilan edildi. Bütün bu kakaların yayımcılığını da gene ve elbette doktorlar üstlendi.

Üstünden çok zaman devrildi, çok canlar harcandı ama sonunda konu evrildi. Önce yumurtaya vize çıktı. Yelpazenin bir ucundan öte uca savrulundu. Atkins diye bir Amerikalı 1970larda hapşırmıştı, onun hep et yiyin hem de yağlı yağlı diyen virüsü kıtaları aştı bizi de grip yaptı ama epeyce gecikerek. Diyetin anavatanı Amerika’da aşırı protein tüketimine dayalı beslenmenin pek çok sağlık sorunu yarattığı anlaşıldığı için Atkins’in modası çabuk geçti ama etkisi orada da burda da hiç bitmedi. Cerrahpaşa’dan bir hoca, Atkinsden yıllar sonra “kendi kendine” Taş devri diyetini keşfediverdi. Çapa’dan bir hoca aynı mecraya çok daha gecikerek girdi ama çok hızla fark attı. “Beşer onar yumurtayı tereyağına kırın kırın gümletin, bakın nasıl yarayacak” diye anlattıklarından kazandığı bütün parasını polisim diyen dolandırıcılara kaptırdı. Böylece inanma yeteneğinin sonsuzluğu kanıtlandı. Ama gene de işi çayınıza tereyağı katın demeye kadar vardırdı. Uçtan uca savrulmaya merakımızdan her halde, bu kez de en kaka yağlar baştacımız yapıldı.

O yağ iyi bu yağ kötü, yani senin yağın kötü benimki iyi, satışında çığırtkanlık hep ne yazık ki doktorlara ve diğer sağlık personeline yaptırıldı. Onlar bilimsel kongrelerle bilimsel yayınlarla, kanıta dayalı tıp güzellemeleriyle güzelce ikna edildi. Bir iyice öğrendiler ve öğrettiler ki damar sertliği demek yağ problemi demekti. Bandıra bandıra yağ yemeği önerenlerle, yağ çok zararlıdır hiç yenmemelidir hatta yememek bile yetmez kanda yağın gıdımını barındırmayan ilaçlar içilmeli diyenler papaz olmayı sürdürüyorlar. İki uç kıran kırana. Ortası yokmuş gibi.

Oysa, damarın da ömrün de çanına ot tıkayan yağ değil asıl şekermiş. 19. Yüzyılın insanlığa hediye ettiği en büyük belanın o tatlı şey, yani şeker olduğu gerçeğinin çığırtkanlığına ise yeni başlandı. Başlandı başlanmasına ama başarı şansı az, neredeyse hiç yok. Ne yani bütün fırınları, bütün pastaneleri mi kapattıracaksınız. Üstelik sırf fırınla pastaneyle de iş bitmez ki. Yediğin içtiğin her şeyin içine girmiş bir kez, kolay mı karbonhidratsız bir yaşam tesis etmek. De ki çok kolay. Sonra ne olacak peki?

Düşünsenize şeker hiç yenmese, şişmanlık salgını tümden yok olur. Şişmanlık salgını yok edilirse, ekonomi batar ayol. Sadece şeker hastalığı önleneceği için değil, sadece kalp damar sağlığı düzeleceği ve ilaç satışları düşeceği için de değil. Sadece ilaç endüstrisi batacağı için falan değil. Diyabetlilere, felçlilere, apnelilere ilaç falan değil gündelik ürünler satan medikaller de beraberinde batacağı için bile değil. Özel hastaneler ve laboratuvarların çoğu da batacağı için de değil. Sadece hastalıktan geçinenler değil, şişmanlık sayesinde var olan pek çok sektör batacağı için. Zayıflama ürünleri, zayıflatma salonları da batacağı için. Zero şeker diye satılan içecek/yiyeceklerin satışı da gümleyeceği için… Bir gün markete gidince etrafınıza bir baksanız yeter. Karbonhidrat ürünleri olmazsa raflar nasıl boş kalır. Daha neler neler yok olur, hangi şirketler hangi holdingler batar bir düşünsenize. O olmazsa olmaz şey gerçekleşse yani siz hayatınızdan karbonhidratı çıkarıverseniz… Olacak iş mi canım?

Düşünsenize, ömrünüzün sonbaharındasınız ama şeker ilacı, tansiyon ilacı, kalp ilacı, kolesterol ilacı felç önleyici, böbrek koruyucu falan filan içmiyorsunuz çünkü sapasağlamsınız. Doktor kapısı da aşındırmıyorsunuz çünkü sapasağlamsınız. Baypass ameliyatı falan da olmuyorsunuz çünkü sapasağlamsınız. Sağlık sigortanızı da habire yükseltemiyorlar çünkü sapasağlamsınız. Şişko değilseniz, sistemi çökertiyorsunuz demektir, bu çark nasıl dönecek a be canım kardeşim. Siz pasta börek yemeyin, şekeri ekmeği tarihe iade edin, göbeksiz bir hayata erişin. Olur mu hiç öyle şey ayol. 21. Yüzyılda yaşıyorsanız oyunu kuralına göre oynayacaksınız. Siz şeker şeker yaşayın diye üretilen bunca ürünü Mars’a mı göndersinler istiyorsunuz yoksa. Bal gibi hepsini gümleteceksiniz işte. Yiyeceksiniz içeceksiniz şişeceksiniz, şiştiğiniz oranda da tıbbi desteğe erişeceksiniz. İlaçlarla, ameliyatlarla her türden tıbbi desteklerle ölmeyecek, şeker şeker sürüneceksiniz. Düzen böyle şekerim.

Kara bilgi ve yayıncıları konusu yağ ve şekere kısıtlı değil elbette. Halkı kandırmak için bilimin nasıl kullanıldığına dair örnek çook. Uzun lafın kısası şu ki bu yelpazenin o ucu da bu ucu da Amerika’da kotarılıyor, yeryüzünün bütün köşeleri gibi bizde de satışa sunuluyor. Satışa çıkan malın da satıcısı bol oluyor. Kimi düpedüz kişisel çıkarı için, çoğunluğu da inandırıldığından beleşe reklamcılığına soyunuyor. Bize düşen yelpazenin bir o ucunda bir bu ucuna savrulup durmak. Siz, iki uçlu olan yelpaze değil şeyli sopadır derseniz de olur. Benim dememse ayıp olur. Ben basma fistan seviyorum çünkü.

4 Mayıs 2019

NOT: Meraklısına: Zeytinyağlı Yiyemem Aman türküsünün hikâyesi

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ