Daha önceden Yahudi kültürünü pek bilmezdim. Taa ki geçen sene yaşlı bir Yahudi hanımı yakından tanıyana kadar. Ondan öğrendim yılda bir gün, her türlü alet edavattan, teknolojden uzak durduklarını. Araba kullanmıyor, elektrik açmıyor, yemek yapmak için ocağın düğmesine bile dokunmuyorlarmış. Kendisi dindar biri değildi. Ancak böyle bazı ritüelleri yerine getiriyordu. Ortak bir başka arkadaşımıza sordum bu katı kuralları. Katı lafımı yanlış anladı, o çok iyi insandır ama hem Yahudi hem de New York’lu olunca böyle aşırı katı olunuyor işte dedi. İki taraftan birden basıyor kişiliğine ne yapsın diye vurguladı. Sadece bir günlük alet kullanmama hikayesini değil hayatının bütününde ne denli katı olduğunu, at gözlüğünün dışında bakamadığını anlattı. Bu dedikodu sayesinde hatırladım. Kendisi de kendisinin katılığından yakınmıştı bir keresinde. Kızı psikologmuş. Bir gün demiş ki: Anne bir kere olsun bir şey söylendiğinde hemen hayır deme, ne olur. Bir kere olsun düşün üstünde. Hep hayır hep hayır, bu böyle olmaz ki. Kızım söyleyince düşündüm ve fark ettim gerçekten ne kadar çok hayır dediğimi. Ondan sonra değiştirdim kendimi, demişti. O değiştim diyordu ama bence çok da değişmiş değildi. Hala çok katı, hala aşırı kuralcı bir kadındı. Aksini söylese de dini bütündü. Brooklyn’de doğup büyümüştü. Mahallesinin adı geçince bile gözlerinin ışıltısı değişiyordu.
Saatler geçti ha babam yürümekten ayaklarımıza kara sular indi akşam da indi inecek ama biz hala neler olduğunu anlayamadık. Binaların kapıları kapalı. Perdelerden de umut yok. Evlerin içlerini merak etmekten başka şansımız yok. Meraktır kediyi öldüren ama gene de meraktan ölüyoruz. Birden bir mucize oluyor. Yaşlıca bir kadın yolumuzu kesiyor. Evimin klimasını ayarlamak için yardım eder misiniz, diyor. Arkadaşım mütereddit. Ben balıklama atlıyorum bu teklife. Bir evin içini göreceğiz daha ne olsun. Hep beraber apartmana giriyoruz, asansörün önünde 3 kata basın, diyor düğmeyi göstererek. Siz niye basmadınız, diye sırnaşıyorum. Siz buyrun, ben buradan çıkacağım diye merdivene yöneliyor. Bende jeton düşüyor. O gün, bugün işte Biz asansörle çıktığımızda o merdivenden çoktan çıkmış dairenin kapısında içeri buyur ediyor bizi. Muhteşem bir ev. Her yer bal dök yala, tertemiz. Kapının tam karşısındaki mutfak beyaz lakeden. Tezgahta beyaz opalin vazolarda taze çiçekler. Kocaman bir sepette paskalya çöreği şeklinde pişirilmiş kocaman somun ekmekler. Salona geçiyoruz. Sicilyalı ailelerin sığabileceği kadar kocaman bir masa. Üstünde narin porselenler, incecik kristallerden oluşan oturmaya hazır bir sofra. Sofrada harikulade işlenmiş keten örtü üstünde zarif porselen vazolarda taze çiçekler. Binanın dışındaki sadeliğe zıt, içerisi bir saray. Gözlerim yuvalarından uğramış vaziyette, ne kadar muhteşem bir sofra, ne kadar da büyük, diyorum. Sen benim kaç torunum var biliyor musun, 64 tane diyor. Anlamadım diyorum. Ses benzerliği yüzünden gerçekten rakamı yanlış anladığımı on altı dediğini sanıyorum. Anladın anladın diyor. 64 torunum var benim. Sokaktaki çocuk bolluğunu anımsıyorum, doğum kontrol yasağını yani. Merdivenleri tazı gibi tırmanan bu yaşlı hanım zinde mi zinde, bakımlı mı bakımlı ve hala güzel. Siyah ipek elbisesini giymiş, incilerini takmış, sürmüş sürüştürmüş, ekmeğini yemeğini de pişirmiş, ailesinin ziyaretine hazırlanmış. Bizim bayram sofralarımız gibi. Ancak bu ev bizim evlerle kıyaslanmaz. Diğer odaları da tek tek görüyoruz. Çünkü sadece klimayı çalıştırmak değil tuvalet dahil bütün odaların ışıklarını yakmak da bizim işimiz. O hiçbir düğmeye dokunamıyor. Gösterip tarif ediyor sadece. Böylece evin ışıklarını yakarken bütünü de görmüş oluyoruz. Bir moda dergisinde yayınlanan ünlü bir iç mimarın dizayn ettiği bir evin içinde gibiyiz. Sadece zengin değil ev, aynı zaman da gerçekten şık. Yatak örtülerinin el işi dantellerden mi dem vurayım avizelerden mi bilemiyorum. Mest olmuş vaziyetteyim. Kadına ha bire iltifat edip, dostluk geliştirmeye çalışıyorum. Tek derdim evi fotoğraflayabilmek. Sonunda izin istiyorum. Olmaz diyor gülerek ama çok kararlı bir şekilde. Israr etmemin yararı olmayacak belli. İyi ki sokakta da fotoğraf çekmeye girişmedim. Bu konunun tabu olduğu belli. Teknoloji yasağı ile koşut bir şey olmalı. Öğrenmek şart oldu bunu da. Hanımın güler yüzüne güvenip sonunda soruyorum. Bugünün özeliği nedir, diye. Bugün İncilin indiği gün diyor. İncil’e inanıyor musun, diye doğrudan bana soruyor. Ben bilim insanıyım, diyorum. Meraklanıyor. Hiç sevmem kendimi reklam eder gibi unvan ile tanıştırmayı ama mecburen nörolog olduğumu söylüyorum. Yüzünden kara bir bulut geçiyor. Kardeşim beyin tümörü diyor. Bizim halkımızın hep yaptığı gibi tamam bak şimdi elime geçtin işte diyerek uzun uzadıya derdini anlatıp sonra da çare bekler gibi yüzüme bakmıyor. Onun yerine, o nedenle iyi biliyorum işiniz ne kadar zor, kolay olsun diyor. Ama bütün inançlılar gibi klasik olanı gene de yapıştırıyor: Siz de “kutsal” bir iş yapıyorsunuz, diyor. Yoo, kutsal filan değilim, doktorluk da sadece bir meslek o kadar, demiyorum. Bu yarım yamalak dostluğu tahrip etmeye hiç niyetim yok çünkü. Laf dolandırıyorum ama kestirmeden yanıtlıyor hepsini . Artık işi bitti, evde oyalanmamıza izin verecek gibi görünmüyor. Buyrun oturun size bir kahve yapayım faslı yok demek ki buralarda. İstemesek de çıkmaya niyetleniyoruz. Bir dakika deyip, mutfağa yöneliyor. Buzdolabından elma çıkarıyor. Daha önce yıkamıştım ama yeniden yıkıyorum ki göresiniz, diyor. Gerek yok, diyorum. Olmaz, diyor. Siz benim için bir şey yaptınız, benim de size bir şey vermem lazım. Kararlılığı karşısında geri adım atıyorum. Peçeteye sarıp uzattığı elmaları alıyoruz. Uğurlarken yanaktan öpüyor. Oldukça içten. Bu kutsal günde ben de sizi kutsuyorum diyor. Yanından gülerek büyük bir keyifle ayrılıyoruz. Kutsanmış elmalarımızı dişleyerek, İncil’in indiği gün biz de cennetten de kibarca kovulduk diye diye, yürümeye devam ediyoruz Brooklyn’de. Daha önce Yahudi dostumdan öğrendiğim yasakları da katarak hep beraber düşünüyoruz akşamın alacasında. Biz o sokaktan geçmeseydik, o hanımın lamba düğmelerine kim dokunacaktı acaba. Buralardaki bütün Yahudiler için yasak aynı olduğuna göre, diğer evlerdeki çözüm nedir acaba? Yahudi dostuma daha önce sormuştum. O gün ocağa da dokunamadıkları için soğuk yenecek yemekler hazırlıyorlarmış o günkü geleneksel aile yemekleri için. İyi de akşam olunca ışıklarını kim açıyor? Acaba bir gün önceden açık mı bırakıyorlar? Eğer öyleyse bu hanım diğerlerinden daha cimri. Bütün gün ışıklar boşa yansın istememiş olmalı. Klima da öyle. Oysa gün çok sıcaktı, akşamdan çok gündüz ihtiyaç vardı klimaya. Ayrıca çok merak ediyorum, bu bir günlük yasağın tam süresini. Takvim günü gibi gece yarısından gece yarısına kadar mı, müslümanlığın oruç süresi tanımında olduğu gibi beyaz iple siyah ipi ayıramayacağın kadar havanın kararması aydınlanmasıyla mı, neyle belirleniyor acaba bu günün süresi. Merakım kafamda asılı kalıyor. Varsın kalsın. Bu gezimde New York beni karadutla ağırladı, giderayak kendi simgesi olan elmayı da sundu, daha da ne yapsın. Bu kadarı bana yetti de arttı, isteyen cennetin adresini aramakla uğraşsın, o elmayı ben çoktan yedim daha da ne isterim.
Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı. |